70 yaşında, akademisyen, felsefe, siyaset ve estetik konularında dokuz kitabın ve çok sayıda makalenin ünlü yazarı S. T. Baumgartner bir sabah uyandığında kendini her şeyin tekinsiz sulara doğru gittiği anda bulur. Oysa çalışma odasında Kierkegaard üzerine yazı yazmaktadır, sıradan bir günün sabahında, her zamanki gibi yazı masasının başındadır. Birden alıntı yapacağı kitabı salonda unuttuğunu fark eder. Kitabı almak için aşağı indiğinde kız kardeşini araması gerektiğini hatırlar. Telefon etmek için mutfağa yöneldiğinde üç saat önce yumurta haşlamak için ocağa koyduğu tencerenin kavrulduğunu görür. Gündelik hayatın tanrısı, yaşlı kulunu hayatın ondan ilgi ve özen istediğine, gündelikliğin göründüğü kadar “sıradan” olmadığına inandırmaya çalışmaktadır adeta. Mutlaka telefonun ucunda bekleyen birileri, ocağa konulmuş bir tencere, birazdan çalacak bir kapı vardır. Ve siz bunların hepsine bir cevap vermek zorundasınızdır. Hafızanın sisli patikalarına girmiş olsanız, biraz önce yaptığınız eylemi hatırlamasanız bile hayat sizden onu yaşamanızı talep eder.
Hatta kendini Baumgartner’a iyice hatırlatmak için, gündelik hayatın kırıntılarından ufak çaplı bir facia bile yaratır. Baumgartner eldiven kullanmadan tuttuğu tencere elini yaktığı için onu öylece mutfağın zeminine fırlatmıştır. Acıyla kıvranırken, çalan telefona koşar. Kız kardeşinin sesi yerine, geciktiği için özür dileyen bir erkek sesi duyulur. Baumgartner, adamın ne için özür dilediğini anlamamıştır bile. Gündelik hayatın tanrısı kendisine işgüzar bir ortak bulmuş gibidir, hafıza tanrısıyla el ele verip kendi halinde bir Kierkegaard monografisi yazmaya çalışan Baumgartner’a hayatın kaç bucak olduğunu göstermeye yeminli gibidir.
Bu küçük çaplı cümbüşten sonra kapı çalınır, neyse ki gelen, Baumgartner’ın donmuş kalbini bir nebze olsun ısıtacak UPS kuryesi Molly’dir. “İşin doğrusu yaklaşık on yıl önce karısını yitirip yalnız kalan Baumgartner, soyadını bile bilmediği otuzlu yaşlarının ortasındaki bu kısa boylu tıknaz kadına gizliden gizliye” tutulmuştur; “çünkü karısı beyaz olduğu halde Molly siyah olmasına karşın, ona her bakışında ölen Anna’yı anımsatan bir şey” vardır kadının gözlerinde.(1) Belki de karısı Anna’ya ait o “ışıldayan cıvıltı”yı görmek için hiç okumayacağı, doğrudan halk kütüphanesine bağışlayacağı kitaplar sipariş ediyor.
Hâlâ Baumgartner’dan telefon bekleyen bir kız kardeş vardır ortada. Tam ahizeye uzanacakken, telefon çalar. Arayan yardımcısı Mrs. Flores’in kızıdır. Ağlayarak babasının iş kazasında iki parmağını kaybettiğini anlatır. Büyüklü küçüklü bütün trajediler o güne toplanmış gibidir ve üstelik sayaç okuyucusu Ed Papadopoulos’un sabah telefonda ertelediği randevusuna gelişiyle muzip tanrıların oyunbazlığı doruk noktasına çıkacaktır. Baumgartner sayaç okuyucusunu evin bodrumuna indirirken merdivenlerden düşer. Şimdi gidip gelen zihne bir de zavallılığını duyuran bir beden eklenmiştir. Buzdolabı bozuktur, Baumgartner’ın ağrıyan dizine koyacak buz yoktur. Sayaç okuyucusu buz getirmek üzere döneceğini söyleyerek Baumgartner’ı oracıkta bırakır.
Artık, dünü hatırlamayan belleğin mutfağın orta yerinde yatan tencereden ve Anna’nın yazılarından geçmişe dönme, yaşanmış her bir anı geri çağırma zamanı gelmiştir. Baumgartner’ın fırlatıp attığı tencere Anna’yı ilk kez gördüğü dükkânda aldığı tenceredir söz gelimi. Anna’nın otobiyografik denemeleri de 68’i anlatır, alt orta sınıf Sy ile zengin ailesinin nimetlerini elinin tersiyle itmiş Anna’nın aşkını anlatır. Korkunç bir dalga sırtına vurup omurgasını kırarak Anna’nın ölümüne neden olana kadar geçen aşkla dolu yılları…
HAYALET UZUV SENDROMU
Hiç bitmeyen yasını hayalet uzuv sendromuyla açıklamaya çalışır Baumgartner. Yardımcısı Mrs. Flores’in kocasının kopan iki parmağıdır ona bunu düşündürten. Baumgartner kesik uzuvların varlığını yıllar sonra bile hissettirmelerine bakarak, ölülerin hayalet uzuv gibi hayatımızda yaşayıp gittikleri sonucuna varır. Öldüğünü sık sık unuttuğu Anna’yla okuduğu gazete haberini paylaşmak için heyecanla ona seslenmesini, ölü Anna’yla yaptığı telefon konuşmalarını, ona yazdığı ve okusaydı içinin gıcıklanacağını düşündüğü mektupları. Ölüler kesilen uzuvlar gibi hep orada, ince bir sızı olarak varlıklarını duyuracaklardır.
Artık olmayan uzvun yerine takılan protez de unutturamayacaktır hayalet uzvu. Anna’nın ölümünden bir yıl sonra gösterdiği yaşam belirtileri dostlarını “Baumgartner’ın Anna’sız yaşamanın yolunu bulduğuna” inandırmıştır. “Oysa bunun tek nedeni kolsuz, bacaksız kalan gövdesine takılan yapay organlara fazlasıyla alıştığı için artık onları fark etmemesi”dir.
“Ama titanyumdan yapılma bu uzantılar bütün yetkinliklerine, sağladıkları yarara karşın hiçbir şey hissetmeyen cansız nesneler. Baumgartner ise hâlâ hissediyor, hâlâ seviyor, hâlâ arzu duyuyor, hâlâ yaşamak istiyor, ama en derindeki canının içi ölü.”
Baumgartner bütün bunları yaşarken bir şey keşfetmiştir: Karısının ölümünden sonraki 10 yıl boyunca acı çekmekten kaçarak yaşadığını. Oysa acı çekmekten kaçınmak “yaşamayı reddetmektir.” Dizinin sızısından kurtulup uzun mesafeli yürüyüşlere çıkmaya başlayınca “Baumgartner’ın zihni yeni bir berraklık” kazanır, “kendi geleceğiyle ilgili bir şey yapmak konusunda” cesaretlenir, bir an önce harekete geçmelidir. Yetmişinde günlerini kararsızlıkla geçirme lüksü yoktur artık.
Okur, Baumgartner’ın hayatında bir şey olacağını hisseder ama nedir bu? Bu kadar gündelik ıvır zıvır arasında onu tekrar hayata bağlayacak ne vardır? Sayaç okuyucusu mu? İyi kalpli ve geveze sayaç okuyucusu ile felsefe profesörünün dostluğu mu? Hayır, yine bir aşkla bağlar kendini hayata Baumgartner. Karısıyla ortak dostları olan Judith’in aşkıyla. 40’lı yaşlarında Judith fiziki görünüş ve karakter açısından Anna’ya hiç benzememektedir. Sorunlu bir ilişkiden çıkmıştır ve Baumgartner’ın güvenli limanında dinleniyordur. Günü geldiğinde onun evlilik teklifini reddedecek, başka bir ilişkiye doğru yol alacaktır.
Judith gitmiştir ve Baumgartner artık tuvaletten çıkarken fermuarını çekmeyi unutmaya başlamıştır. Sonun başlangıcında olduğunu biliyordur artık. Hayatla yeni bir bağ lazımdır ona, yaşadığını hissettirecek bir bağ.
Bu bağ bir doktora öğrencisi olarak girer Baumgartner’ın hayatına. Anna’nın yazdıkları üzerine doktora tezi yazmaya çalışan Beatrix Coen, karısının yayımlanmamış yazılarını incelemek için izin almak Baumgartner’la temasa geçer. Artık aşk yoksa, bu yüzde ellisi Yahudi, yüzde yirmi beşi siyah, yüzde yirmi beşi de beyaz Amerikalı olan bu zeki kızı Anna’yla kendisinin çocuğu gibi kabul edecektir. Evde hummalı bir hazırlık başlar, hiçbir masraftan kaçınılmaz, Baumgartner ve gözünü yola dikip mucizesinin gelmesini bekler. Kıza arabayı dikkatli sürmesi için yalvarır. O gelene kadar ne yapacağını, zamanı nasıl geçireceğini bilmemektedir. İşte şakacı tanrı ona bir mucize daha göndermiştir ve o mucize gelene kadar Baumgartner oyalanacak bir şeyler arar. Arabasına atlar, yolda bir kaza olur. Yardım istemek üzere kapıyı çaldığında Baumgartner destanının son bölümü başlamıştır.
BAUMGARTNER DESTANI?
Gerçekten bir Baumgartner destanı var mıdır ortada? Aslında okura anlatılan hiçbir şeyde bir olağanüstülük yoktur. Ne yıllarca yasını tuttuğu Anna’yla olan ilişkisi olağanüstüdür, ne Judith’e duyduğu aşk. Anna’nın yazılarında Vietnam Savaşı’na, Çiçek Çocukları’na dair birkaç değini… Baumgartner’ın notlarında Yahudi kökenlerini andığı satırlar, yazdığı Trump eleştirisi… Beatrix’in ideal kimlik karışımı… Her şey ışıltısını yitirmiş bir Amerikan masalı gibidir adeta. Sınırlarını hep kendi çevresinde dönen Amerikalı bilincin çizdiği ışıltısız bir masal…
Paul Auster’ın “belki de son romanım” dediği ‘Baumgartner’, bir destanın kahramanı olamayacak kadar ışıltısız bir kahramanın romanı. Ama belki de bu son romanın derdi ışıltılı bir kahramanı değil, hayatın durma noktasına gittiği o ana doğru küçük şeylerin tanrısıyla oyalanmaya çalışan bir insanı anlatmaktır.
1. Paul Auster, Baumgartner, çev. Seçkin Selvi, İstanbul: Can Yayınları, 2023.